17 Eylül 2014 Çarşamba

Erkeklerle İmtihan ve Erkek Tipleri

Biri kalbinizi kırdıktan sonra kalkıp da başka bir erkeğe güvenmek çok uzun zaman alıyor. Hatta güvenemiyorsunuz. Başkasına güvenmememin kendi özgüvensizliğimden geldiğini anlamam yıllar aldı. Hala da bu konuyu tam olarak çözmüş sayılmam. Ama en azından üzerinde çalışıyorum. Dışarıdan bakıldığında dünyanın en özgüvenli insanı gibi görünen ben, aslında içten içe kimsenin beni gerçekten sevebileceğine inanmıyordum. Çünkü hayatında bana en çok değer verdiğine inandığım insan bile beni epik bir şekilde terk edivermişti. Kendime acıyarak zaman geçirmemeye karar verdiğim an anladım ki ruhumda bıraktığı yaralar benim düşündüğümden daha büyüktü. Bu yaraları acilen tamir etmem gerekti. Benimle görüşmek isteyen erkeklerin hepsini geri çevirmeyecektim. En azından bir iki ideal olan vardı. Onlarla vakit geçirebilirim, tanıdıkça birbirimize alışırız diye düşündüm. Herkes adi değildi elbette. Zaten bir yandan beni strese sokan iş hayatımdan belki de tatlı bir gönül ilişkisi ile uzaklaşabilirim diye düşündüm.

Aldığım her karar bir felakatele sonuçlandığı gibi, bu kararım da bir felaketle sonuçlandı.
Tanımadığım kadar acayip erkek karakterlerle tanıştım. Sadece benim değil, arkadaşlarımın da görüştüğü erkekleri gözlemlediğimde anladım ki bunların hepsini ben zaten tanıyordum. Adeta klonlanmışcasına her yerdeydiler.Hatta hepsinin birer numunelik kopyası da  magazin dünyasında karşımızdaydı. Bu nedenle kendi kafamda herkesin anlayacağı dilde bir kodlama yaptım. Bu tanımlamalara göre arkadaşlarımla aşağıdaki tiplerden birini birbirimize söylememiz yeterli. Uzun uzun üzerine konuşmuyoruz bile artık erkeklerin. Karakterler ortada çünkü. Ya kaç uzaklaş. Ya kal tanı.


Bu kodladığım erkek tiplerini kısaca şu şekilde anlatabilirim size.


ENGİN ALTAN DÜZYATAN'GİLLER

Bu kategoriyi yeni açtım. Daha doğrusu update ettim. Aslında bu kategorinin adı Kıvanç Tatlıtuğ:'gillerdi. Ama baktım ki onun çok daha önüne geçen bir arkadaş var piyasada. Hemen adını değiştirdim kategorinin. Bu Engin Altan Düzyatan'giller sizin de tahmin ettiğiniz üzere yıllarca bir kızla çıkan ya da nişanlı kalan ama onunla bir türlü nikah masasına oturmayan arkadaşlardan oluşuyor. Sorarsan evliliği aceleye getirmez, hayatındaki kadın onun için çok önemlidir falan, böyle her yerde sevgisini gösterir. Sonra tabii evlilik çanları çalmaya başlar bi bakmışsın ki bu, püfff kaybolmuş. E tamam biriyle beş yıl çıktın diye evlenmek zorunda değilsin de yani niye nişanlanıyosun evlilik sinyalleri veriyosun o zaman. Ya da bu kız senin evleneceğin kız değildi beş yıl sonra mı anladın demezler mi adama? Hadi evlilik istemiyodun diyelim o zaman kızda ayrılman üzerinden daha bir yıl bile geçmeden adlı sanlı, şanlı şöhretli bir ailenin kızıyla neden göstere göstere, bağıra bağıra evleniyorsun. Sözüm sana değil sadece Engin Altan Düzyatan, senin üzerinden senin gibilere.Yani benim tüm hemcinslerime tavsiyem şu olacak, eğer gerçekten evlilik isteyen bir insansanız ve erkek arkadaşınız ilişkinin ilk bir yılı ardından evlilik sözü etmiyorsa bulduğunuz diğer dalı tutun onu bırakın. Çünkü bırakmazsan o dal sana dev girer. Söylemedi demeyin. Sonra her boş vaktinde her gece uykusu öncesinde kendini Facebook'tan Instagram'dan eski sevgilinin düğün fotolarına bakıyo olarak bulursun. Tabii istisnalar kaideyi bozmaz onu da ekleyeyim. Genel olarak bu Engin Altan Düzyatan'gillerden uzak duralım. Baktın nişan mişan uzatıyor. Kaç ve uzaklaş.


BURAK ÖZÇİVİT'GİLLER

Canlarım ya. Bunlar genelde hemen güveninizi kazanan, sizi her yere yanında götüren, ailesi ve arkadaşları ile hemen tanıştırmaktan çekinmeyen ve bu davranışı ile birden güveninizi kazanan erkek tipleridir Uzun ilişki insanı belki ama sadece ilişki yani. Fazlasını bekleme. Evlenir mi evlenmez mi bilinmez. Ama bir-iki yıl kız arkadaşı olursun yani. Sen "ay baksana beni annesi ile bile tanıştırdı,demek bana çok değer veriyooo" derken o çoktan senden sıkılmış ve gereksiz kavgalar ile günlük hayatı sana dar etmeye başlamış olabilir. Bunu görmezsen vay haline. Hala hiç bir şey yokmuş gibi sen Facebook'ta Instagram'da onunla fotolarını paylaşırken bi bakmışsın iş yerindeki Ayten ile işi pişirmiş. E onu garantiye alınca da seni terk edivermiş. Garantiye alınca diyorum, çünkü bu tarz erkeklerin en belirgin özellikleri maymun gibi olmalarıdır. Yani bir dalı tutmadan diğerini asla bırakmazlar. Aile ve arkadaş masalarındaki senden kalan boş yeri de Ayten veriverir aynı hızla. Bu tarz erkeklerin verdiği sahte güven duygusuna kapılıp da yelkenleri suya indirivermeyin. Durumları analiz etmeyi öğrenin, iş yerinde ya da etrafında güzel bir kız varsa ve her konudan kavga çıkarmaya ve sizle daha az vakit geçirmeye başladıysa bir şeylerden şüphelenme vakti gelmiştir. Ya kalıp savaşıp bırakmayacaksın -ki hiç tavsiye etmem- ya da tası tarağı toplayıp sen de yeni aşklara yelken açacaksın ki bu en güzel seçenek. Yeni her zaman iyidir.


ARDA TURAN'GİLLER

Bu da biraz Engin Altan Düzyatan'gillere yakın bi model erkek tipi. (hangisi bi diğerinden çok farklı ki zaten) Bu arkadaşlarımız da çıkar nişanlanır. İyi aile çocuğudur, neşelidir, sosyaldir herkese kendini sevdirir falan ama kız arkadaşına kurallar koyar. Kendi dünyanın  en sosyal en haşarısı olsun, orada burada boy göstersin ama kız arkadaşı nereye giderse onla gitsin, ya da yanına birini taksın, çalışmasın evde otursun, hatta işi bıraksın. Ha uymadı mı? Kız kendi mi olmak istiyor. Zaten bunun da canına minnet, hemen kızı yarı yolda bıraksın. "Yok arkadaş, benimle çıkmaya başladığındaki benle şu anki ben arasında fark yok. Senin işine gelmeyen şu an nedir?" diyemezsin bile hemen suçu sana atar, kendi mükemmeldir çünkü. Aman bırakın ya bu tipleri sakın yanaşmayın, ha sizi olduğunuz gibi kabul ediyorsa, o süper sosyal dünyasında size de yer varsa, o ayrı. Ama senden taviz isteyip kendi hiç zora gelemeyen bu arkadaşlara sadece "bye bye" deyin bence ve hiç vakit kaybetmeden uzaklaşın bu tiplerden. Azıcık kalan özgüveninizi de size kurallar koyarak yok etmesine izin vermeyin. Benden söylemesi. 

KIVANÇ TATLITUĞ'GİLLER

Çok az yazacağım bu tiplerle ilgili. Bu tip erkeklerin kafalarının takık olduğu her defasından dönüp dolaşıp yanında soluk aldıkları eski ve unutulmaz bir aşkları vardır. Herkeste onu ararlar. Ona benzeyen kadınlarla birlikte olurlar. Hep bir karşılaştırma yaparlar. A kişinsie gider  ayrılır yine bu ilk aşka döner. İlk aşkıyla yine ayrılır, sonra gider B kişisine. B kişisiyle bakarsın sevgili falan her şey yolunda, hop yine ayrılıp soluğu ilk aşkının yanında almış. Vallahi bu olayın bir sonu olur mu, bu tip arkadaşlara ne olur bilmem ama, bunlara benzeyen yakın arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla evlense çocuk sahibi olsa da o gitmeli-gelmeli ilk aşkı bir türlü unutamaz. Ha belki işin büyüsü kavuşamamaktadır onu da bilmiyorum. Ama çok kızamıyorum bu tip erkeklere. Çünkü bazen ne kadar sevsen de olmaz. O da n'apsın işte arada gider gelir düzelir mi diye.E olmuyorsa da önüne bakmak lazım. Başka konularda uyuşuyorsanız bu modellerle ilişki olabilir. Çünkü kanımca tek istedikleri sevmek ve sevilmek. Belki değildir beni de kandırmışlardır ama ben böyle düşünüyorum.

Bunun gibi daha çok sıralarım ama  temel konulardan gitmek istedim. Hem her insan ve her ilişki biraz şahsına münhasır aslında. Genel geçer üzerinden bu kadar genelleme yeter. Yoksa valla bırak bir blog yayını yazmak kitap yazılır bunlardan. Haaa! o kadar yazdın hiç mi iyi erkek yok derseniz. Tabii ki var. İşte onlar;

BURAK SAĞYAŞAR'GİLLER

Yani yarın bir gün evlenir evlenmez, gider aşka birini bulur belki aldatır bilemem ama. Bir erkeğe baktığında yanındakini ne kadar sevdiğini ne kadar değer verdiğini gözlerinden anladığınız erkekler vardır. İşte bunlar Burak Sağyaşar'gillerdir. Kız arkadaşının elinden öyle bir tutar yanında öyle bir durur ki kız arkadaşı yanında parlar. Kızın duruşundan anlarsın adam ne kadar değer veriyor ona ve ne kadar mutlu ediyor onu. Kızın adını her söylediğinde bile sesine yansır sevgisi, ona her bakışında anlarsın ve istemsizce aklından geçer "ne güzel bir çift" dersin. Onları ayrı ayrı görmezsin çünkü iki kişi olarak görürsün. 




NOT: Bu yazıyı evlenen erkek- evlenmeyen erkek diye yazmadım. Sonuçta her ilişki sonunda evlenen erkek iyi erkektir diye bir şey yok. İlişki boyunca olduğu kadar ayrılık sonrasında gösterilen tavırlar da bir erkeğin ilişki için iyi olup olmadığının göstergesidir bence. Bu noktaya dikkat ederek yazıyı okuyup yorumlamanızı rica ederim. Ayrıca burada kullandığım isimler sadece kodlama, kişileri magazinden bildiğim kadarı ile gerçek hayattakilerle linkledim o kadar. Onları hedef aldığım falan da yok. Çemkirenler falan olmasın şimdiden söyleyeyim.
Sevgiler

8 Eylül 2014 Pazartesi

Ofis Tipi Kadınlar

Madem bu kadar ofisteki kadınlardan bahsettik. Biraz da bu ofislerde çalışan kadın profilinden bahsedelim. Bu bahsedeceğim kadınlardan her ofiste en az bir tane olduğundan emin olacak kadar fazla iş yerinde ve kadınla çalıştım. Eksiğim olabilir ama asla fazlam yok. Öyleyse başlayalım.

KEDİ ANNELERİ
Ah canlarım ya! Bunlar için varsa yoksa kedileri. Yani nasıl çocuklu anneler 7/24 çocuklarından bahseder, bu modeller de sürekli kedilerinden bahseder. Tamam hepimiz seviyoruz hayvanları. Koruyalım, kollayalım, evimize alalım bakalım, yemeyelim yedirelim de; ben işimin ortasında sürekli senin kedinin fotoğraflarına bakmak zorunda mıyım arkadaşım. Yalandan "ayyy ne tatlı" falan desem de, kırılma diye yapıyorum. Ama yeter bu da can. Kedi, kedi, kedi, akşama kadar yeter. Hatta bir keresinde bir müdürüm vardı. Dünyanın en uyuz insanıydı kendisi. Sabah günaydın demeden önce bile bunu yumuşatmak için kedisini sormak zorundaydım. Kedi ile güne başlarsa birden yumuşuyordu. Sizi kedi fotolarınız ve videolarınızla birlikte magmaya göndermek istiyorum. Yeter be nefret ettirdiniz hayvandan.



SÜREKLİ DİYETE BAŞLAYAN BALIK ETLİLER

En sevdiğim tombullar bunlar. Her pazartesi diyete başlarlar. Her yeni yıl, her bayram sonrası ve her ayın birinci günü de tabii... Hedefler koyarlar. 4-5 kilo verseler yeter diye düşünürler. Öğlene kadar her şey yolunda. Öğlen sancılanmalar başlar. "Ay bir çikolatadan bir şey olmaz daha gün ortası. Akşam olsa yemem." diye konuşmaya başlarlar. Bari Salı'yı görseydin be tombulum. Ye bari, n'apcan. Sen diyet için gelmemişsin bu kahpe dünyaya, yemeye gelmişsin. Ye ye lop lop et olsun, yarasın.







IPHONE'LU ANNELER

Evet yılın annesi, sadece senin çocuğun var ve o harika bir çocuk. hepimiz her gün onun ağzı yüzü yemek içinde kalmış, çeşitli cicili bicili kıyafetler giydirilmiş olarak çekilmiş fotolarını görmek için can atıyoruz. Hele poposunu sallaya sallaya dans ettiği videosu ve daha onlarca videosu yok mu? Bir gün görmesek uyuyamayız. Bayılıyoruz. Çünkü inan ki ofiste başka işimiz yok. Bu iş yerine bunları görmek için geliyoruz.Yapma yalvarırım yapma. Düş yakamızdan. Çocuk istesek yapardık. Kısacası, bu Iphone'lu anneler düşman başına. İnsanın varsa bile çocuk yapma hevesi kalmıyor bunlar yüzünden.

ÖZEL HAYATI SÜREKLİ ÇALKANTIDA OLAN

Evet başlık gayet net. Sürekli çalkantıda olan bir özel hayat. Şiş gözlerle ofise gelinir, şiş gözlerle ofisten çıkılır. Hep bir buhran hali. En favori cümlesi "yok bi şey" Sorarsın anlatmaz. Hep bir sevgilisi ile kavga etme durumları. Ofiste birden burnunu hafif hafi çekerek ağlayarak tuvalaete giden  ya da kulağında telefonla fısıl fısıl konuşan birisi varsa bu arkadaşımızdır. Tam bir dramaqueen'dir kendisi. Ne diyim Allah sonunu hayretsin. İnşallah barışırsınız kız sevgilinle...












KLİMA SAVAŞÇILARI

Yazın üşüyen, kışın da sıcaktan bayılan arkadaşlardır bunlar. Sürekli klima açılsın-kapansın, derecesi yükseltilsin, azaltılsın kavgalarının baş kahramanlarıdırlar. E haksız da sayılmazlar. Klimanın her ofiste her zaman ayarı kaçar. Adamı kışın yakar yazın dondururlar çünkü. Ofisin menopozlu ablaları da bunların baş düşmanıdır. Halbu ki tek istedikleri normal bir oda sıcaklığı. Çok şey istemiyorlar bence. Ofis devrimcilerinin bu klima savaşçılarından çıkacağını düşünüyorum. Klima ısısı için müdürle tartışan, kendi hakları için neler yapmaz di mi ama? Yaşasın devrimci klima savaşçıları...






HANGOVER'LAR (GECEDEN KALANLAR)

İç iç sabah işe dağılmış bir surat ve müthiş bir baş ağrısı ile gel. Bunların kafasına erişmek için her şeyi yaparım walla. Akşama kadar bilgisayar ekranına boş boş bakıp iş yapıyor gibi davranmaları da en büyük yetenekleridir. Her sorulan soruya biliyormuşcasına verdikleri cevapları ile ünlüdürler. Daha öğlen vakti, akşam nerede içeceğini düşünmeye başlar. Telefonlarında en az bir tane bunları içmeye götürecek erkek numarası mevcuttur. Hayat bu ablalara güzel...




"AY ÇOK İŞİM VAR" CILAR

İşte tüm ofisin antipatisini üzerlerine toplayan, sevimsiz, samimiyetsiz, mübalağa sanatının ustası "Ay Çok İşim Varcılar." "Yalaaaaaan" diye bağırmak istiyorum.  Çok işim var diye söylenmeleri, ne hikmetse içeri patron ya da müdür girince başlar. Hep çok işleri vardır ve o işler neyse artık hiç de bitmez. Ya inanır mısınız o gün öğle yemeğini bile masasında yemiştir ya da hiç yiyememiştir zavallım. Senin ben yalanını s.keyim demek istiyorum. Madem çok işin var, ortalıkta söylenip duracağına işini yapsana. Şahsen bizim de var işimiz, o kadar çok ki; söylenmeye, birine derdimizi anlatmaya vaktimiz bile yok. Senin akşama kadar whatsapp'ta dedikodu yaptığını ya da çiftliğindeki mahsullerini topladığın oyunu oynadığını bilmiyor muyuz. Ama bunlar çok kıymetlidir he, inandırırlar patronları. Hep bunların altına yardımcı alınır, hep bunların maaşına zam yapılır. Benim gibi mallar da kendini pazarlayamadığından kedinin ciğere baktığı gibi bakarlar ve bütün işleri tek başlarına üç kuruş maaşa yaparlar.













Allah hepimizi bu ofis kadınlarından korusun.
Amin


Güzel'e bakmak sevaptır!




Her şeyi yanlış anlayan ya da anlamak istediği gibi anlayan bir millet olarak tabii ki bu sözü de yanlış yorumlamış ve güzel birine oturduğumuz yerden gözlerimizi dikip bön bön bakmak olarak anlamışız. I ıh yanlış güzel kardeşim. Öyle mal gibi güzel birine bakarak sevap kazanılmıyor. Orada demek istiyor ki "Güzeller o kadar zulüm görmüş ki onları alıp bakıp korur kollarsan sevap kazanırsın". Ufak bi aydınlanma geldi di mi şöyle sol yanından. Yani boşa baktın öyle bön bön güzel kızlara. Bu kategoriden sevap kazanamadın kardeşim, hadi ilerle...

Bu konuya nereden geldin derseniz eğer, süper harika Adrina Lima güzelliğine sahip olmamama rağmen bu ofis kadınlarında çekmediğim kalmadı. Giydiğim kıyafetten saçıma, sürdüğüm ruja kadar her gün bir laf yedim müdürlerimden. Lanet olasıcalar hep de kadın. Hep de şişman, hep de mutsuz. Hepsi de bana denk geldi. Üç öğünün ikisi ve bir de ara öğün en az bir iğneleyici cümle sokmazlarsa rahat etmiyorlar. Bazen bana direkt söylemeseler de başkasına söylüyormuş gibi laf sokuyorlar.

"Yalnız mali işlerdeki Sema'yı gördünüz mü? O ne ya sürmüş kırmızı ruju dudağına sanki club'a gidiyor"

Tabii o arada bende kırmızı ruj var laf bana, ben anlıyorum ve bir daha sürmüyorum o lanet olasıca kırmızı ruju. Ama kendi olmayan üst dudağına fuşya rujunu sürebilir. Neden? Çünkü o müdür. Götümün müdürü. İş hayatının en nefret ettiğim yanı da bu. Sokakta selam vermeyeceğim, yüzüne bakmayacağım, muhatap olmayacağım insanlara katlanmak zorunda kalmak, konuşmak zorunda olmak ve bu looser'ların her türlü muamelesine eyvallah çekmek...

Neyse ben dikkat çekmeyeyim diye diye işe Kezban gibi gidip gelmeye başladım. Ne saç yapıyorum ne makyaj, hiç bir şey. Kıyafetlerimi bile özenmeden seçiyorum. Hani korkuyorum bana takarlarsa bunlar şimdi işimden olurum paraya ihtiyacım var diye. Ama farkında değilim zaten takıklar ve beni de kendilerine benzetmişler. İyice kendimden taviz vermişim. Hani lan ben karar almıştım hani güçlü olacak kendime güvenecektim. Yok gördüm ki öyle karar vermekle falan olmuyor. Gerçekten içinde olmadığında bu öz güven, dışarı da taşıyamıyorsun. Ya susup devam edeceksin. ya da kükreyip kaybedeceksin. Ben bir müddet ikisini de yapmadım. Yaşayan bir mala döndüm iş yerinde. Ama gerçek su katılmamış bir mal. Çünkü benim yaşadıklarım herkesin başına geliyordu, çünkü başka yere gidersem de aynı insanlar vardı. En azından susacak işimi yapacak ve paramı alacaktım. Bu sırada da onların istediği gibi sünepenin biri olacaktım.

Sonuçta güzelin kendine güzelim dediğinde "ukala ve kendini beğenmiş" algılandığı çirkinin ise çirkinliğini kabul ettiğinde "kendi ile barışık ve öz güvenli" olarak algılandığı bir dünyada ne yapabilirdim ki. Ben de yenildim ve bir şey yapmadım...


Cinnet ve hayatı anlama

Girdiğim tüm iş yerlerini batırdıktan, milleti işsiz bıraktıktan sonra nihayet aradığım gibi bir iş bulmuştum. 3 yıllık sancılı bir süreci atlatmış olmanın ardından gelen bir miktar nakit akışı ile kafam biraz daha rahatlamıştı. Çok yeni görüşmeye başladığım biri vardı ve ablam okulu bitirip yanıma gelmişti. Bu arada okuldan arkadaşım Ayşe ile de eve çıkıp çocukların yanından ayrılmıştım.

Her şey yolunda gibi görünse de iş yerinde maruz kaldığım baskı yüzünden psikolojim bozulmaya başlamıştı. Benim de başımda bekar, kırk yaş üstü ve kedi annesi olan bir müdür vardı. Bu tiplerin hayat amacı bellidir. Kendi hayatı o kadar sıkıcıdır ki başkalarının hayatlarını da zindana çevirmek.
O kadar baskı yapıyordu ki bana resmen saçlarım dökülmeye başladı ki normal bir kadının saçları kendi için ne kadar kıymetliyse benim için saçlarımın kıymeti bunun on katı falandır. Yani çocukluğumdan beri alametifarikam saçlarımdır. Herkes adımdan önce saçımı hatırlar. Biri benden bahsederken adımı söylese karşısındaki "a şu güzel saçlı kız mı?" der. O kadar önemli yani saçlarım.

Saçlarım dökülünce uçlardan kestireyim dedim biraz toparlansın. Hem dedim belki psikolojim de toparlanır. Ev arkadaşım Ayşe ben ve ablam saçımı kestirmeye gittik. Kuaförleri bilirsiniz, 2 cm der 5cm keserler. İstemediğin modelleri kesmek için ısrar ederler. Yani anlamıyorum ki saç benim keyif benim. Kestirmiyorum. Sen ısrar ettin diye saçımı küt kestirecek halim yok. Yok ama çok yıpranmış, yok değişiklik iyidir bıdı bıdı konuşuyor yine. Dedim sadece uçlarından kes. Kızları da görevlendirdim. İyice bakın çok keserse ses edin diye. Hep gittiğim kuaför ama saç söz konusu olunca babama bile güvenmem.
Neyse kesiyor bu saçı, "bitmedi mi" diyorum "yok kat vericem" falan diye oyalıyor. Kızlara göz işareti yapıyorum. "Bir şey yok her şey yolunda" diyorlar. Abi bir kalktım koltuktan, saçımın arkasında upuzun bir kuyruk yanlar omzumda, saçımı mahvetmiş. Ya hani böyle haberlerde diyorlar ya cinnet geçirdi ve komşusunu öldürdü falan. Yemin ederim gözlerim karardı. Bir çığlık atmışım bağırıyorum kuaföre. "Sen kimsin lan, kimsin hadsiz. Mahfedicem seni, süründürücem mahkemelerde" diye çığlık çığlığa ağlıyorum. Yanımda saçımı kestirmeye hazırlanan biri oturuyordu kadın kalktı gitti. Tabii durur mu karşısında ibretlik manzara var. Kızlar iki kolumdan tutup beni çıkardılar dışarı. Hava soğuk çöktüm yere ağlıyorum.
Ya 4 yıllık sevgilim terk etti, aldattı, saçım kesildiğinde çektiğim acıyı o zaman bile çekmedim. Yerle yeksan oldum resmen.

Ertesi gün ofise gittim. Benim müdürün keyfi benim saçları görünce kendine geldi tabii. Bana dalaşıyor, türlü şakalar falan. O an gördüm ki az biraz güzel olmanız bile insanların sizden nefret etmesine yeterken, düştüğünüz kötü durum ya da kötü görünmeniz onlara sonsuz mutluluk getirebiliyor... Yani insanlar inanılmaz şekilciler. Kimsenin sizin özünüzle ya da içinizle ya da ne bileyim yaptığınız işle ilgilendiği yok. Kıskançlık bir kurt ve içinde bununla yaşayanlar tarafından hiç sevilmeyecek hiç takdir edilmeyeceksiniz. Bununla yaşamayı öğrendiğinizde de gerisi geliyor...

Yeniden Doğuş

Eski sevgilinin geri dönüşü, ardından onu kabul etmemle başlayan olaylar silsilesinden hiç bahsetmeyeceğim. Uzun uzadıya can sıkıcı ve sonunda hem kendime hem de başkalarına olan inancımı güvenimi alıp götüren bir süreç oldu. Evet kızlar, sizi duyar gibiyim. Evet ben de aldatıldım. Evet, ağladı zırladı, pişmanım dedi geri döndü meğerse yaşadığı yerde başka sevgilisi varmış. Evet, tüm erkekler gibi o da ne yardan geçti ne serden. Evet, tüm erkekler gibi o da iki yüzlüydü. (üzgünüm beyler ama öylesiniz)

Yaşadığım onca olay. Ardından ayrılık acısı derken ben de her terk edilen ve aldatılan kadın gibi bir sürü karar aldım. Bunlardan ilki tabii ki kariyerime odaklanmaktı. Artık işimden başka bir şey düşünmeyecek,  bana olan sevgisinden çok emin olmadığım sürece hayatıma kimseyi almayacaktım. Hem işim ve arkadaşlarım neyime yetmiyordu yani.

Allah'tan iş yoğun da kendime işe verme sözümü tutabildim. Arta kalan zamanlarda da hep arkadaşlarımlaydım. En çok da Ece ve Sena kardeşlerle takılıyordum. Hala benim üniversiteden çocuklarla aynı evde kalıyordum ve evet hala aşk acısını arabeskle atlatmaya çalışıyordum. Bir yandan da kendimi deli gibi dizi izlemeye vermiştim. Herkes gibi LOST tutkunu olmuştum. Bilenler bilir, çok sağlam karakterler ve inanılmaz hikayesi olan bir diziydi. Artık o kadar izliyordum ki bir gün metroda iş çıkıcı Desmond diye bir karakter vardı onu bile gördüğümü sandım. Hayır sanmam yetmedi bir de inandım gördüğüme ve başkalarını da inandırmaya çalıştım. Sonuçta paralel evren yani, belki adam İstanbul'da bir plazada çalışıyordu ve başka bir evrende de oyuncuydu. Olamaz mı? Olabilir bence gayet mantıklı.

Günlerim böyle geçip giderken artık iş yerinde çalışmaya başlayalı da bir yıl olmuştu. Maaş hala 550 TL. Yani asgari ücret bile değil. Anca geçiniyorum ama kıt kanaat. Bazı akşamlar sadece simiti peynir yiyorum, param varsa yanına domates de alıyorum. O günler de şanslı sayıyorum kendimi. Polyanna oldum çıktım. Etrafımdaki insanlara sürekli küçük şeylerden nasıl mutlu olmamız gerektiğinden bahsediyorum falan. Başkaları inanır beni onaylarsa kendimi daha iyi hissediyordum. Değişik bir psikoloji tabii. Şu yaşımdan o yaşıma dönüp bakıyorum da. Acıyorum lan kendime...

Neyse, baktım maaş zammı da yok. İş ilanlarındaki en az 2 yıl tecrübeli kriterine uymasam da en azından bir yıl tecrübem var artı biraz da sempatiklik yaparım, bir iş kaparım ve biraz daha iyi para kazanırım diye düşünüyorum kendi kendime. Gittiğim iş görüşmelerinden biri nihayet olumlu döndü ve aldığım maaşın da iki katını teklif ettiler. Böyle iki katı diyorum kulağınıza çok gelsin diye. Ben tabii hemen atladım kabul ettim. Yani var ya "Dimyat'a giderken evdeki bulgurdan olmak" deyimini birebir uygulamalı olarak tecrübe etmiş oldum. Bir araştır di mi firmayı e be salak. Ama koskoca film şirketi girdiğim bu arada. Aklıma bile gelmez maaşı vermeyecekleri. Abi sen bir de iflas etti mi firma. Hem işsiz, hem alacaklı ve beş parasız kaldım ortalıkta. Öyle bir ağlıyorum ki yok diyorum öleyim şuracıkta. Anne baba zaten hayatta değil, ablam üniversitede okuyor, abim desen kendini zor geçindiriyor. Bir teyzem var çok zengin ama kuruş vermez. Her gün arkamdan inşallah aç kalır da yanımıza gelir Ankara'ya diye beddua ediyormuş. Öyle yüce gönüllü bi insan kendisi. Ne yapacağımı bilemez halde çocuklarla öyle oturuyorum evde , bir telefon geldi. İş görüşmesi için çağırıyorlardı. Ya inanır mısınız bir ayda böyle böyle 17 iş görüşmesine gittim biri bile dönmedi geriye.

Tabii bu arada gönül işlerine ara verdim ama arayanım soranım var yine de. Bazen onlarla çıkıyorum dışarı kafam rahatlasın diye ama yok yani kendimi veremiyorum bir türlü. Bu hayat koşturmacası içinde kaç tane iyi insan kaçırdım Allah bilir.

Artık dedim kendi kendime, en iyisi dön Ankara'ya çiçeğim, bu şehir seni yutacak gibi görünüyor. Git ve teyzenin bütün zulümlerine bütün görgüsüzlüklerine katlan... Eve gittim çocuklara Ankara'ya döneceğimi söyledim. Yemek param bile kalmadı ki kira hak getire. Bu benim çocuklar da insan değil melek. Dediler ki orada mutsuz olursun. Biraz daha iş bak. Bize yük olmuyorsun.

Çok uzatmayacağım sonrasında iş buldum elbette biraz zaman aldı ama girdiğim son üç iş yeri de iflas edip kilidi vurdu kapıya. Artık kesin inanmıştım cenabetlik bendeydi. Girdiğim şirketler resmen iflas ediyordu ya... Dünyanın en saçma işlerini bile yaptım. Bir yandan bu iş yerlerinde çalışırken diğer yandan hafta sonları hosteslik yaptığım bile oluyordu ek gelir kazanmak için. Sayısız insanla tanıştım birinin bile hayrı dokunmadı resmen bana. Sebebini geç de olsa anladım. Hayatta kendine ne paha biçersen ancak o biçtiğin değer kadar kıymetli oluyorsun. Ben kendime değer vermiyordum, kendimi iyi görmüyordum ki başkaları beni öyle görsün. Karar vermiştim artık daha dik duracak, daha özgüvenli olacaktım. Madem bu hayata savaşmak için gelmiştim. O zaman gerçek bir savaşçı olmalı, vazgeçmemeliydim. Aklımdan Ankara'ya dönme fikrini tamamen attım, ben İstanbul'a aittim. Ne pahasına olursa olsun savaşacak ve burada kalacaktım.

Sonraki adımım öyle de oldu...

6 Eylül 2014 Cumartesi

Ayrılığın İki Evresi; 2 Dağılma

Ayrılık hiç de öyle kolay atlatılan bir şey değilmiş. Tam acını yaşayıp atlatmaya karar verdiğinde bile buna izin vermeyebiliyor şartlar. Evet tam da acımı yaşamaya, her şeyi sindirdikten sonra olanları unutup yoluma devam etmeye karar vermişken ve geri planda Müslüm Gürses çalarken beni aramıştı.

Dondum kaldım önce neden arıyor diye düşündüm. Sonra açayım telefonu ağzıma geleni sayıp kapatayım dedim. Ayrılığımızda başrol oynadıkları için annesinden ve halasından nefret ediyordum  "Orospunun çocuğu, orospunun yeğeni, ne istiyorsun benden" diyip bağırıp çağırıp telefonu kapatayım dedim. Nefretimi kusup rahatlayayım. Ya da telefonu açayım ağlayarak  " Hiç aramayacaksın sandım. Seni çok seviyorum, n'olur beni bırakma, senin gibisi yok. Ne dersen o olacağım yeter ki beni bırakma" diyeyim diye düşündüm. Saniyelik zaman diliminde aklımdan sayısız cümle geçti, kalbim ise tarihinde ilk kez bu kadar hızlı atmıştır herhalde. Biraz daha çaldı ve açtım telefonu "Efendim" dedim. İlk cümlesi "Seni çok özledim" oldu. Ne diyeceğimi şaşırdım. Böyle bir şey beklemiyordum. yalandan nasılsın falan diye sorar kapatır dedim. Devam etti. "Bana çok kızgınsın biliyorum, askerden dönmüştüm kafam çok karışıktı. O an için mantıklı gelmişti ama nasıl bir hata yaptığımı anladım. İstanbul'a gelip senle konuşmak istiyorum. Lütfen hayır deme bana bir şans ver" dedi. Donup kalmıştım. Telefonun diğer ucunda mıyım diye kontrol etmek için sürekli adımı tekrarlıyordu. Ağzımdan birden şu kelimeler döküldü. "Gel, ben de seni çok özledim"


Ona gel demekle denenmişi denemenin ve beni yerle yeksan edecek bir olayın kendi ellerimle start'ını verdiğimi bilmiyordum. Kendimi kandırıyor, tekrar barışıp mutlu olacağımızı, sorunlarımızın üstesinden geleceğimizi düşünüyordum. Sonuçta hepimiz insandık. Hata yapabilirdik. O da yapabilirdi. Hala birbirimizi seviyor ve özlüyorsak bize ne engel olabilirdi diye düşünüyordum. Ayrılığı kabul ettiğim hızla geri dönüşünü de kabul etmiştim. Çoktan dağılmıştım haberim yoktu...


Ayrılığın iki evresi; 1 Dağıtma

Eminim ki ayrılık her bünyede farklı reaksiyonlara neden oluyordur. Çocukluğumdan beri süper hareketli bir insan olduğum için ben de ayrılık sonrası sendromu aşırı sosyallik olarak vuku buldu.
Çalıştığım dergideki iş arkadaşlarımla her akşam dışarı çıkmaya her hafta sonu o bar senin bu bar benim dolaşmaya başladım. Biri soktu aklıma "çivi çiviyi söker" diye... Aklımca gezip tozacak yeni birilerini bulacak ve ayrılığı en kolay yoldan atlatacaktım. Hı hı, çünkü o kadar kolaydı. Çünkü bunu bu yüzyıla kadar kimse düşünmemiş, kimse denememiş sanki, tek akıllı bendim, ayrılık acısından bu kadar kolay kurtulacaktım. Tabii yaşımız da genç. Bir de uzun süreli ilişkiler ardından acı da verse, bir yandan da insanı hafifleten bir özgürlük hissi de getiriyor peşi sıra. Oh diyorsun özgürüm artık. Bok özgürsün, o hissettiğin özgürlük değil yalnızlık. Kendini yalnız hissettiğin için sokaktasın, o bar senin bu bar benim geziyorsun. Özgür olduğun için değil... Özgür olsan eve döndüğünde başını yastığa koyar koymaz aklına ilk eski sevgilin gelmez ve yastığı gözyaşlarına boğmazsın. 

Halbuki kendimi dinlesem belki daha çabuk anlatacaktım ama o yalancı sinsi özgürlük hissi, ayrılık acısıyla gelen aşırı sosyalleşme ve İstanbul'da yeni olmanın verdiği keşfetme hissi ile vurdum kendimi gecelere... Ama ne vurmak her gün birileriyle tanışıyorum, ertesi gün bir yemekte buluşma. Sonra adamın niyeti belli, ya eve DVD izlemeye çağırıyor ya da yine evde kahve içmeye. Direkt sevişelim dese daha çok saygı duyabilirdim belki de. Ama söz konusu Türk erkeği olunca herhangi bir konuda dürüstlük beklemek çok da gerçekçi değil. Tabii ben kaçıyorum bu DVD izleme ve evde kahve içme meraklısı  arkadaşlardan, gelsin sıradaki... Böyle böyle bilmem kaç kişiyle tanışmışımdır. Birinden de bir gram hoşlanmadım. Zaten gece gezmesinden bulunacak kişiden adam olmaz, sohbet edebilecek birlikte vakit geçirip tanıyabileceğim birileri lazım diye düşünürken o sıralar İstanbul'daki en yakın arkadaşım olan Ece'nin ablası internet buluşmalarına nasıl baktığımı sordu bana.

Tabii o zaman Siberalem, Yonja gibi siteler var. Ben çok ucuz bulduğum için ve sevgilim de olduğu için o zamana kadar bu sitelere hiç girmediğimi söyledim. Ece'nin ablası Sena bana sadece davetiye ile girilen ve gerçekten küçük ve kaliteli bir gruptan oluşan bir inernet sitesinden bahsetti. Kendisi üyeymiş. Ben de dedim "E bi deneyeyim bakayım". Mantıklı geldi sonuçta dışarı çıkmak, zaman vermek zorunda değildim. Oturduğun yerden soru sor sohbet et, cevaplar hoşuna gitmezse ele gitsin. Kulağa hoş geldi bir an için; "Tamam, ben de deneyeceğim" dedim. 

Sena siteye üye olduğu için bana bir davetiye gönderdi. Siteye üye oldum bir iki fotoğraf ekledim başladım beklemeye. Herhalde yarım saatte 50 mesaj falan düşmüştür. Sanal da olsa bu ilgi hoşuma gitmişti. Başlarda kimseye cevap vermesem de profilleri inceliyordum. Açıkçası tipe biraz önem veririm. Hele geniş omuz gördü mü dayanamam. Nasıl bir psikoljik sıkıntının habercisi bilmiyorum ama şöyle hafif yapılı geniş bir omuz gördüm mü bayılıyorum. Kitlenip kalıyorum. Güven hissi veriyor bana. Neyse bunu neden anlattım. Çünkü bana mesaj atanlardan sadece geniş omuzlulara cevap vereceğim diye bir kriter koydum kendi kendime. Hatta geniş omuzlu olan yakışıklılara. Kafamda saçma sapan bir çıkarım yapmıştım. Bütün erkekler kalp kırıyor bari yakışıklılar kırsın kalbimi de sonun da "adam çok yakışıklıydı ya,bana bakması bile mucizeydi" falan derim dedim kendi kendime. Belli ki o zamanlar kafatasımın için de sadece saman vardı ya da belki de sadece gerizekalıydım...

Siteden tanıştığım ve kriterlerime uygun çocuklarla olan ilişkimi bir level daha ileriye taşıyarak buluşmaya da başladım bunlarla. Önceden sohbet ettiğin için biraz daha ılıman bir ortam oluyordu ama sonuç yine bunlarda da ya DVD izlemeye ya da evde kahve içmeye bağlanıyordu. O kadar çok insanlar buluştum ki, artık fotoğrafa bakıp anlıyordum, kısa boylu mu uzun boylu mu? Fotoğraf çektirdiği araba onun mu, serseri mi, ana kuzusu mu? Kendimi artık internet dating uzmanı falan sayıyordum. Çok matah bir şey gibi. Tabii kendimi insan sarrafı sandığım bu günlerden birinde aynı siteden Ali ile tanıştım.

Ali dışarıdan bakıldığında çok hoş, iyi eğitim almış, hoşsohbet, iyi bir işi ve geliri olan iyi bir ailenin çocuğuydu. (tabii ki hem geniş omuzlu hem de yakışıklıydı. Bunu söylememe gerek yok sanırım) Görenler hayran tabii bu Ali'ye. Ben de çok beğendim. Görüşmeye devam ediyorum. Üçüncü görüşmeden sonra Ali bana direkt şöyle bir soru sordu. Pardon soru sormadı emir verdi diyelim biz ona. "Senin benim sevgilim olmanı istiyorum"  Ay ben şok tabii. "İstiyorum derken Ali, birbirimizi yeni tanıyoruz daha" dedim. "Sevgiliyken tanırız. Şimdi sevgili olmazsak başkalarıyla da görüşürsün, o da bana gelmez." dedi. Yani aldığım en romantik çıkma teklifi değildi tabii ki. "Bana biraz zaman ver düşüneyim" dedim. Karşılığında aldığım cevap. "Pardon ben senin benim kız arkadaşı olmanı istiyorum ve sen düşünecek misin" oldu. Allahım sanki tokat üstüne tokat yiyordum suratıma. Internet'te günlerce konuştuğum ve o ilk iki buluşmadaki mükemmel çocuk gitmiş yerine nerenin apaçisi, krosu olduğunu anlamadığım tam bir kazma gelmişti. Ne diyeceğimi bilemedim eve gitmek istediğimi söyledim ve beni eve bıraktı. Arabadan inerken bana tehditkar bir bakışla "cevabını yarın sabah bekliyorum, olumsuz olmasa iyi olur" dedi. Allah dedim aldık başımıza belayı. 

Daha eve girdim üstümü başımı değiştirdim bu ayıdan bir mesaj. Düşündün mü diye soruyor. Yani sabaha da kararım değişmeyecek bildiğim için dedim ki  buna "Yani kusura bakma benimle bu kabalıkta konuşan biriyle sevgili olamam" Ya yaptığımız muhabbete bak. Sevgililik teklif edilen ve karşılığında olumlu ya da olumsuz cevap alınan bir şey mi lan. Vize başvurusu mu yapıyorsun? Tabii cevap olumsuz olunca başladı bu beni her gün tehditlere. İstanbul'da yeniyim evde üniversiteden çocuklarla kalıyorum. Bir öğrenseler böyle Ineternet'ten buluşma yapıp başımı belaya soktum falan demedik laf bırakmazlar. E haklılar da. Adam beni eve bıraktı. Evi de biliyor. Her gün tehdit. Her gün mesaj. Hakaretleri seri halinde sıralıyor. Kapının önüne geliyor, in aşağı diye mesaj atıyor. Evde değilim diyorum apartmana girip tek tek kapıları çalarım diye tehdit ediyor.Işıkları kapıyorum. Gölgeni görüyorum içeridesin diye mesaj atıyor. Bu tehditler ve tacizler ile savaşmam bir ay aldı. Sonunda bu ayı vazgeçti. Ama ben de bittim. Yani adak kurbanı kesecektim neredeyse bu beladan kurtulmak için. 

Beladan kurtuldum ve büyük bir ders aldım. Çivi çiviyi sökmüyordu. Kim dediyse halt etmişti. Acını yaşayıp sindirmeden hiç bir şey geçmiyordu. Gece çıkmalara ara verdim, internet sitesindeki profilimi sildim. Hatalarımdan ders aldım. Karar verdim acımı yaşayacak, eski günleri yad edecek, arabesk dinleyecek, her baktığım yerde Dişçi'yi görüp ağlayacak ama sonuçta unutacaktım. Zamana bırakacaktım. Açtım arabesk bir şarkı oradan. Müslüm Baba söylüyordu. Nilüfer'di şarkının adı.  Murathan Mungan yazmıştı sözleri. Çok net ve açıktı. Diyordu ki; 

Her şeyi al
Bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Her şeyi al
Bir şansım olsun



Tam o sırada telefonum çaldı. Aradan bir buçuk ay geçmişti ve arayan O'ydu...






Başlangıç, İstanbul'a geliş ve Olaylar Olaylar!




İstanbul'a gelişim tam olarak aynı olmasa da eski Türk filmlerindeki gibi oldu. Haydarpaşa'da elimde tek bir valizle başlamadı belki ama neden nasıl buraya geldiğimi bilmeden kelimenin tam anlamıyla bilinçsizce bir otobüs terminalinde başladı maceram.

İzmir'de üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamadım. Üstüne de birlikte evlenme kararı aldığımız erkek arkadaşım askere gitti. Fıstıklı baklavayla fıstıklı çikolatayı aynı anda yemeye başlayınca anladım ki depresyondayım ve bir şeyler yapmam lazım. İstanbul'da yaşayan ve okul bitmeden iş bulup buraya yerleşen arkadaşıma yanında kısa süreli kalmak ve bir müddet iş aramak için ricada bulundum. Sağ olsun beni kırmadı. Ama hala bileti aldığım ve otobüse binip İstanbul'a geldiğim günü hatırlamıyorum.  (tükettiğim aşırı şekerden olabilir)

Deli cesareti dedikleriydi benimki..
Param yok, uzun süre kalabileceğim bir yer yok, iş bulup bulamayacağım bile belli değil.

Neyse, sonuçta arkadaşımın evine ulaştım. Ne yapacağımı da bilmiyorum ha! İş başvurusundan tek anladığım CV oluşturmak onu da tam olarak nasıl oluşturulur bilmediğimden kariyer siteleri üzerinden yapıyorum falan..

Uzun lafın kısası bir ay içinde mucizevi bir şekilde bir dergide iş buldum. Üniversite mezunuyum, İngilizce biliyorum falan ama 550 TL maaş teklif ettiler.SSK falan da yok. Yani insan inanamıyor ama çaresiz kabul ettim. Bir yerden başlamam gerekiyordu hem de kendimi oyalamam lazımdı. Yanına geldiğim arkadaşım da iki erkek yaşıyorlardı. İkisi ev arkadaşı. 550 TL maaşımı duyunca sen bizle kalmaya devam et, maaş düzelince falan ayrılırsın, biraz durumunu toparla, dediler. Onlardan gördüğüm iyiliği kendi akrabalarımdan görmedim. Uzun süre kaldık birlikte aynı evde. Aile gibi olduk. Tabii erkeklerle yaşamanın zorlukları da var. Eve gelen kız sayısı astronomik. Ulan diyorum kendi kendime "her gece her gece bu kızları nereden buluyorlar?" Yemin ederim köylü safı gibiyim, daha gözüm açılmamış. Etrafımdaki her şeyi böyle şaşkınlıkla izliyorum. Bir de çok akıllı geçinirim, İstanbul'a gelip de üç beş ay tanıyıp etrafı gözlemleyince ne kadar saf olduğunu anlıyorsun. Bunları sonra anlatırım zaten...

Tabii etrafımda bir sürü olay dönerken ben iş bulduğum için moralim yerine geldi biraz da olsa. Sevgilim askerde, bir yandan da asker yolu bekliyorum. Ama sadakatin kitabını yazacağım neredeyse. Yanına gidip geliyorum falan bunun, yemin törenin falan hep yanındayım. E tabii bu kadar fedakarlık cezasız kalamazdı di mi? Bu askerden döner dönmez beni terk etti. Ama ne terk ediş. Bir mesajla 4 yıllık ilişkiyi bitiriverdi.  Ben şok içindeyim ama yiğitliğe de bok sürdürmüyorum affedersiniz. Tamam dedim hiç üstelemedim. Bahaneleri çoktan hazırdı çünkü. Ben onun yaşamak istediği şehirde değil İstanbul'da yaşamak istiyormuşum da falan da filan da... Ulan yeni mi geldi aklına demezler mi adama. Hem sen değil miydin askere giderken beni İstanbul için cesaretlendiren. gelip İstanbul'da ben de muayenehane açarım diyen. ( Dişçiydi bu, Dişçi diyorum çünkü Dişçi denmesinden nefret ediyordu. Dişçi işte Dişçi Dişçi) Velhasıl, bir kere aramadım bunu bir kere demedim sen neden böyle yaptın diye. Yani gururlandığımdan değil, diyemedim işte. Aklımda bir şey vardı hep, bir kural gibi zihnimde... Bir erkek eğer ayrılmak istiyorsa gerçekten ayrılmak istiyordur. Yani senden gerçekten vazgeçmiş demektir. O da benden vazgeçmişti. Dişçi dedik adı Dişçi kalsın madem. Dişçi de benden vazgeçmişti. Geri döndürmeye çalışsam ağlasam zırlasam ne fayda, bir kere bile olsa aklından benden ayrılmayı geçirmişti.

Dişçiyle konuşmuyorum ona renk vermiyorum ama nasıl ağlıyorum biliyor musunuz? Vücudumda su kalmadı. O kadar ağlıyorum. Salı gecesi oluyor ayrılık olayı; Çarşamba ofise gidiyorum nasıl ağlıyorsam Genel Müdür Yardımcısı vardı derginin, o görüyor, bir arkadaş yaşananları anlatıyor kadın bana üç gün izin verdi. Metroda ağlıyorum, orta yaşlı bir teyze mendil uzatıyor, kızım ne oldu birine mi bir şey oldu, biri mi öldü diyor. "Allahım" diyorum içimden "keşke ölseydi". Hemen pişman olup tövbe ediyorum. "Ölmesin" diyorum dayanamam.

Tüm bunlar olurken bir his kaplıyor içimi, daha önce çok acı kayıpları olmuş ve ölüm acısı yaşamış bir insan olarak sanki benim bu Dişçi de ölmüş gibi hissediyorum. Ama ölmedi, nasıl benzer bir acı anlatamam... Sonra aklıma geliyor. Eskilerin bir bildiği vardı elbet. Onca şiir, roman, film, şarkı boşuna yazılmamıştı aşk acısı üzerine. Ayrılık gerçekten ölümden beterdi belki de. Sonra Özdemir Asaf'ın o ünlü dizeleri geliyor aklıma...

geleceğim, bekle dedi, gitti
ben bekledim,
o da gelmedi,
ölüm gibi bir şey oldu,
ama kimse ölmedi.

Özdemir Asaf



Neden mi buraya yazıyorum?

Çünkü yazmasam olmazdı...
Ne kadar yazabilirim, ne kadar kelimeleri dökebilirim yaşadıklarımı bilmiyorum ama, yine de yazmasam olmazdı... Sonuçta yedi yaşımdan beri kelimeleri bir araya getirip bir şeyler yazıyorum. 
Madem bazı şeyleri konuşarak anlatamıyorum, o zaman yazarak anlatayım.
Beni kim delirtti, nasıl delirtti, neden iflah olmaz bir özgür kuşa dönüştüm, anlatayım. 
Belki bir kaçınıza yardımım dokunur, belki de sizin bana.
Kim bilir.
Yazalım, görelim... (Gezelim, görelim. Diyar diyar Anadolu gibi falan oldu ama idare edin Henüz amatörüm)